Mayıs 2024

 

Her şey ağır ağır, her saniyesiyle, incelikle işlenerek olup bitiyordu. Ben hepsine tanık oldum. Sessizce, bir tarafta her şeyi gördüm. 

“Ateşi ve ihaneti gördüm.”

Yaşlı bir kadının çarpık ve esmer parmaklarıyla ağır ağır ördüğü tığ işi gibi yaşanıyordu her şey. Ben durup bakıyordum. Yağmurlar yağarken, bir yerlere artık yağmazken, bombalar yağarken, bir yerlerin bundan haberi bile yokken, ben her yeri görüyordum. Alkışlar ve gözyaşlarıyla akıyordu zaman gözlerimin önünde. Her şey gözlerimin önünde oluyordu. Yalnızca temas edebildiğim mesafedeki nesneler değil, hatta yalnızca nesneler de değil, aklımın alabildiği her şeye tanık oldum. Çoğu zaman aklımın alamayacaklarına bile.

Madenler çöktü ben durup bakarken. Altında kalanlar, üstünde tepinenler oldu. Geride kalanlar oldu. Biraz zarar edenler oldu. Şehirler yerle bir oldu, yerle bir eden de vardı tabii. Hepsini gördüm. Bütün o binalar, sokaklar, içlerinde ağaçları ve kedi köpekleriyle beraber uçsuz bucaksız bir moloz denizine dönüşürken ben ötede durmuş izliyordum. Az ötede binlerce yıllık medeniyetin her tarihsel kazanımı kendisini devasa bir moderniteyle yeniden inşa ederken, elinde yemek kaşığıyla bir baba devrilmiş bir duvarın sıvasını oyuyordu. Tanrının buyruklarını yaymayı görev edinmişler kan ve çadır satıyordu. Birileri “ilahi adalet” için tam kırk sekiz yıl sonra tanrının varlığına inanmak zorunda kalmıştı. Yoksa içindeki hınç yüreğini delip göğsünden taşacak, bütün yeryüzünü sarıp boğacaktı. En ufak detayına kadar gördüm.

Alev alev yanarken binlerce hektarlık, dağları örten ormanlar, gökyüzü tel tel dökülürken hatta, mevsimler ardı arkasına istifa ederken yüzbinlerce yıllık görevlerinden, ben kenarda dikiliyordum. Her bir saniyesini gördüm. Altından inşa edilen kuleleri. İnşa eden elleri de gördüm tabii. İçindekiler başkaydı, kaleleri, sarayları, uçsuz bucaksız cennet vadileri vardı. Nasıl, ne oyunlarla elde ettiklerini gördüm. Onlar kendi cennetlerinde bir masalı yaşarken, bir kabustan ötekine uyananları gördüm. Bu kabuslardan uyanan, o kalelerin duvarlarını döven buruşmuş yüzleri, kirli elleri ve incelmiş bedenleri gördüm.

Bir böceği ezer gibi, o da ne büyük alçaklıktır ya, insanın canını alıp yalnızca keyfi kaçanları gördüm. Başka yerin efendisinin gelip, buradaki efendilerle bir ölüm üzerine anlaşmaya vardığını, ölenin ardında kalanların bunu sineye çekmek zorunda oluşlarını gördüm. Öldüğü için suçlu olacaklardı neredeyse, babaları, anneleri, çocukları, kardeşleri öldüğü için suçlu olacaklardı. Hepsini gördüm. Gençler, yaşlılar, kadınlar meydanları dolup taşırmıştı farklı yerlerde farklı zamanlarda. Zırhlı araçlar önlerine dizilmiş, zırhlı köleler önlerine dizilmiş, keskin nişancılar ve helikopterler tepelerinden onlara bakarken yıllar boyu çalmakla birikmiş bir hazinenin bekçiliğini yapıyorlardı. Bir kavşakta bir araç perte çıkmış, asfaltta kırık bir gözlükle bir dolma kalem duruyordu beş metre arayla. Aslan gibi üç delikanlı ipe yürüyordu sırf aslanlıklarından. Polis on dokuz yaşındaki bir çocuğu kovalıyordu. Bakkal çelme taktı çocuğa, fırıncı bir yumruk vurdu. “Vurmayın, öldüm” dedi çocuk. Durmadılar. Bir doktor Hipokrat yemini etmişti oysa ki, tedavi etmedi çocuğu. Gözümle gördüm.

Bir otelin önünde öfkeli bir kalabalık toplanmıştı. Tek bir idealin arkasında, tek bir ağızdan nefretlerini kusuyorlardı. Bir kıvılcım yükseldi, bina tutuştu. İçinde kabahatleri nedir bilmeyen bir avuç aydın insan kül olacaktı. Birazdan bir bombanın patlamasıyla öleceğinden habersiz tren bekleyen insanları gördüm. Bir parkın içinde sıkışıp kalmışları gördüm. Bir evin içinde sıkışıp kalmışları gördüm. Bir zindanın içinde sıkışıp kalmışları gördüm. Bir kalorifer peteğine kelepçelenmiş birileri ateşe veriliyordu. Bir adam çocuğuna layık olamamanın suçluluğuyla köprüden atlıyordu. Onurunu lekelemeden çalışıp hayatta kalma mücadelesi verenler bir bir pes ediyordu. Sözler alınıp veriliyor, eller sıkışılıyor, pazarlıklar yapılıp bir yerler bölüşülüyordu. Hepsini gördüm.

Bir çocuğun ırzına geçilişini de gördüm bundan haset duyulmayışını da. Bir insanın bir köpeği parçalayışını gördüm. Bir köpeğin bir kız çocuğunu parçalayışını, başka bir çocuğun bu sebepten kuduruşunu da gördüm. Onun uzmanlarca “acısına son verilirken” anasının haykırışını duydum. “Anne, elma kokuyor” diyen çocuğu duydum. Başka bir ananın içinde kemik parçaları olan bir torbaya ağıt yakışını duydum. Sokağın ortasında boylu boyunca uzanan bedene sarılıp feryat etmek için koşamayan çocuğun kafasını sokağın köşesinden uzatmaya korkuşunu gördüm. Açlıktan ölmeye mahkûm edilmiş insanların, şayet kurşunlardan ve bombalardan kurtulabildilerse, üzerlerine erzak atılışını gördüm. O erzakların birer ölüm tuzağı olduğunu da. Gökyüzündeki dev mantarın altında binlerce insan bir saniyeden kısa bir süre içinde “yok olmuştu.” Yaşadıkları, yaşamadıkları yok olmamıştı. Yıllar sonra orada bitecek otun, oradan geçecek kuşun bile canı alınmıştı. Buna zafer diyenleri gördüm. Bir yerlerde yağmur şimdi dinmişti. Gökkuşağı açıyordu. Onlar göremedi. Ben gördüm.

 

“Her şey ben yaşarken oldu”




*

 Dostluğun zamana karşı direndikçe katılaşan, inceliklerini ve güzelliklerini kaybedip anlamsızlaşan bir ilişki olmaması gerektiğini, tam aksine kıymetini özellikle taşıması gerektiğine inanıyorum. Nitekim on senelik yakın bir dostluğun özel olan hiçbir niteliğinin bulunmadığını görmek ve alelade bir tanışıklıkta bile taşınacak hassasiyeti barındırmadığını fark etmek, beni bir insanla kurulabilecek en özel ilişkinin ne olabileceği konusunda pek de iç açıcı olmayan bir bakışa sürüklüyor. Bu kadar uzun vakit almış, emekle, incelikle örülmüş bir dostluğun ideolojik birtakım hassasiyetlerle rekabete dönüşmesi, bilakis radikal olan taraf ben iken asla karşıya ideolojik yaklaşmadığım halde, bu rekabetin verdiği hadsizlik ve bencillikle edilmeyecek lafların edilmesi benim kafamda dostluk kavramına onarılamayacak bir delik açtı. Ne yazık ki bu depremin ağırlıklı olarak tek taraflı yaşandığını, bu felaketin öz eleştirisini yapacak cesaretin gösterilmeyeceğini içten içe hissediyor, bundan derin bir hüzün duyuyorum. Kurulan iletişimin hiç beklenmedik bir saygısızlıkla bezeli olduğunu fark ettiğimde hissettiğim öfke saman alevi gibi yanıp dindiğinde, o öfkeyi doğuran hayal-kalp kırıklığı kabak gibi ortaya çıktı. Kabak gibi ortaya çıkan diğer şey ise bu kadar yoğun bir dostluğun arkasından bakakalmanın verdiği enayilik hissiyatı. İnsanlar sürekli değişiyor, dostluklar da öyle. Kimisi direnebiliyor insanların değişimine, kimisi tuz buz oluyor. Hem dostluk duvarının malzemesi etkin rol oynuyor burada, hem de ören ustaların mahareti.

 

 

Yorumlar