Kasım 2023

 

Yazmak, konuşmak, canla, hınçla, öfkeyle bazen ve nefretle yazmak, konuşmak. İnsan kendini daha nasıl ifade edebilir? Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını imlemiyor, dilimden büyük bir şey var. Dünyam demekle bir kelimeye sığdıramadığım bir şey. Wittgenstein’ın anlamadığı, ya da dilinin sınırlarına sığmadığı için anlatamadığı, dilden çok daha fazlası var. Kendini ifade edememenin acısı bulutsuz bir gök yüzü gibi, fotoğrafı andıracak kadar sakin berrak bir su gibi açıkça ortadayken nasıl olur da insanı yönteminin sınırlarına hapsedebiliriz? Bu zamana kadar nasıl oyaladık kendimizi bilmiyorum fakat bir gün insanlık kendisini ifade edememenin binlerce yıllık birikimiyle patlayacak. Ve bu bir değişim olmaktan öte onun çemberinde bir an olarak akıp gidecek. Bütün bu biçare, gayesiz ruhlar var oluşun bir düzmece olduğunu ve bunu ifade edecek malzemeye sahip olmadığını fark ettiğinde annesini kalabalıkta kaybeden çocuk gibi oradan oraya zırlayarak koşuşturacak. Tanımlayamadığı her şey için kıvranışının farkına varamadığı bir kan pıhtılaşıyor içinde. Yaptıklarının, yaptığından memnun kalmadıklarının ve bir türlü yapamadıklarının arkasından bakakalıyor. Halbuki ne kadar basitçe geçiştiriliyor tam olarak ifade edilememiş olanlar. Ne kadar şeyi tam olarak ifade edemezse insan, ne kadar tam bir tanım yapamazsa o kadar yarım kalıyor. Kişilerin bütün olarak tutarlı bir tanım yapma mücadelelerinden ziyade kendi içlerinde bile nesnel olamamaları bu acınasılığı daha da perçinliyor.

İfade etmenin hazzını yalnız tanım yapmanın gerekliliğinin farkında varmış, yaptığı her şeyde bir tanımlama hassasiyeti taşıyanlar alabiliyor. Çünkü insan dışarı vuruldukça var oluyor. Buna tutkuyla sarılmak ve vizyon kazandırmak sanat olarak tanımlanıyor, haz almak kişi için gerçek bir var olma yöntemi haline geliyor. Nietzsche’nin anladığı doğrultuda yaşama baskısıyla kavramsallaşan ve mevcut önemini kazanan bilinç sadece bu anlamlandırma hazzını arzuluyor. Yani, Nietzscheci anlamda yaşamın temel ilkesi yaşamı korumaktan (Selbsterhaltung), onu sadece devam ettirmekten ibaret olamaz. (Böyle Söyledi Zerdüşt, II, ‘Kendini Aşmak Üzerine.’) Bu noktada haklıydı fakat, “yaşam esas olarak kişinin kendi çıkarı adına ötekini domine etmeye ve bu sayede daimi olarak büyümeye, genişlemeye ve güçlenmeye çalışan bir irade ilkesinin dışavurumudur.” (İyinin ve Kötünün Ötesinde) Doğru bir tanımlama değildi. Nietzsche, yaşayan her canlının enerjisini korumak değil daha güçlü hale gelmek için elinden gelen her şeyi yaptığını iddia ederken (Güç İstenci) bu güçlü olma durumunu ifade etmek ve bilincin varlık kazandığı temelde bir tahakküm yaratmak olduğunu düşünmedi. Yaşam esas olarak kişinin anlama ve anlatma arasında verdiği bilinç düzeyindeki mücadelenin toplumsallaşabildiği ölçüde arzuyu uyandırması ve bu uyanışın sürekli kendisini yeniden inşa etmesinin dışavurumuydu. Nietzsche’nin anlatısının en başat kavramlarından biri olan güç istenci (Wille zur Macht) kavramı Schopenhauer’in istenç (Wille) kavramıyla eşdeğer değil, Nietzsche’ye göre tek başına istençten bahsedilemez, bu içi boş ifade ancak ve ancak somut bir içerikle, yani istencin ne amaçla, neye doğru eyleme geçtiğinin belirtilmesiyle somut hale getirilebilir. Bu somut içerik de onun anladığı ölçüde basitçe hep daha fazla güçtü. Ve bu güç onun anladığı ve anlattığı ölçüde hazzı (Lust) ancak karşılaştığı engelleri aşarak ortaya çıkartabiliyordu. Güç hep büyümeli ve hazzı ortaya çıkarmalıydı. Haz duygusunun alt etme sürecinin ürünü olarak ortaya çıkması savı, hazzın asla bir hareketin güdüsü haline gelemeyeceği düşüncesini de içeriyor. Bu neredeyse hazcılığı (hedonizm) baştan aşağı reddeder. Güç istenci ontolojisine göre hazzın eksikliği (Unlust) hazdan bağımsız olarak kendini var eder. Haz alma durumunun zıttı olarak değil kendi başına özel bir durum olarak ortaya çıkar. Buradaki düalite anlayışının reddi ve acı ile ilgili kurduğu, onun gerçek olmadığı, ilkel kavramsal anlatı da tasvir ettiği üst insan ve son insan tasarılarını anlamlandırmaya dayanır. Kabul etmesi kolay ve keyifli bir anlatı. Ama Schopenhauer’in bilinçten ve akıldan tam anlamıyla ilintisiz olarak tanımladığı ve dünyanın özü olarak gördüğü kavram ona göre bütün nesnelliğin özünü oluşturuyor ve ona şekil veriyordu. Ona göre bir arkhe idi istenç. Bütün idealarda, organik doğanın bütün güçlerinde ve kalıplarında kendini açığa çıkaran, aynı istençtir. Yani tasarım kalıbına girip kendini görüngüler dünyasında gösteren bir ve tek olan istençtir. Dünyadaki her şey, bir ve tek olan bu istencin nesneleşmesidir, iç doğalarında her şey özdeştir. (İsteme ve Tasarım Olarak Dünya) Bunu doğa yasası olarak da kurgular ve uzam, zaman ve nedensellikle şekillendirmeye çalışır. Neredeyse Platon’un ifade ettiği şekliyle sonsuz birer idea olarak görünür. Schopenhauer, bedenim ve istemem bir ve aynıdır, der. Yani her gerçek ve dolaysız istemenin aynı zamanda bedenin bir edimi olduğunu ifade eder. Ona göre, istencin her eylemi, gövdenin devinimidir. Yani gövde istencin nesneleşmesinden başka bir şey değildir, istenç ve gövde, özdeştir. (İsteme ve Tasarım Olarak Dünya) Akıl ve bilinç fenomenlerini de bu özsel istencin nesneleşmiş halleri olarak ele alır. (?) En alt basamak olan cansız dünyada başlayan nesneleşme süreci en üst formuna, akıl sahibi olan insanda ulaşır ve bunu Platon’un idealarının nesneleşmeyle kurduğu ilişkisini taklit ederek yapar. Acı ise bu istencin karşılık bulamamasıyla ortaya çıkar. Bu anlatıya göre de acı her an her yerdedir ve bunun önüne geçmenin imkanı yoktur. Onun anlatısında her şey çok daha kavramsaldı, çok daha dağınık ve idealize. En az da Platon kadar ilkel. Yaptığı bu tanımlama onu tatmin etmemiş olacak ki bu kadar aksi bir insana dönüştü. Ayrıca Nietzsche’nin hikayesine göre çok daha yavan. En azından onunkinde klasik anlamda bir nihilizmden daha fazlası vardı. İkisi de anlamak ve anlatmak arasında gidip gelirken en çok kan dökmüş insanlardan olmalarına rağmen ne anlamayı ne de anlatmayı kendi bağlamlarında kavrayabilmişlerdi. Onları ifade etmek için ifade etmeyi bir varış olarak değil yol olarak görmüş, ikincil araçlar ve destekleyici yöntemler aramışlardı. Bunu küstahça bulabilirsiniz. Anlatı ne yapıp edip anlamın üzerinde onu deforme edecek ölçüde bir tahakküm kuruyor her seferinde. Özellikle bu anlatının inşa süreci edilebildiği kadar romantize edilirse.

 

 




Mesela sekiz buçuk milyar binde birlik bile farklılık göstermediğim türdeşimle yaklaşık bir asır ortaklık kurmam, hatta içlerinden birkaçına özel olarak yakınlık duymam ve kişisel hissiyatlar beslemem bile benim dipsiz bir bataklıkta sürekli aşağı çekiliyormuş gibi hem içimde olup hem beni ablukaya alabilen bu yalnızlık hissiyatıyla boğaz boğaza yaşamama engel değil. Hayatım fizyolojik ihtiyaçlarımı karşılamaktan öte, parçası ve anlamlandırmakla mükellef olduğum manzarayı iyeye yormakla geçiyor. Tanık olduğum her şeye karşın gönülsüz bir memnuniyet ve semavi bir kabul edicilik vizyonu taşımamla tam anlamıyla en mükemmel olanın bile yeniden inşasına girişme arzusu duyumsamamın yarattığı ikilik bir yandan bana yöntem sunarken öteki yandan inanması kolay ve keyifli bütün o hikayeleri reddetmek zorundalığı yaratıyor. Aldığım her nefeste pozitivizm, verdiğim her nefeste idealist bir optimizm soluyorum. Korkutucu bir optimizm, iradesiz, metodolojisiz, dogmatik, şeytani bir optimizm. Tanrının krallığına, Themisin terazisine, piyasanın görünmez eline, cennete ve cehenneme, insanlığın uyuyabilmek için uydurduğu diğer o bütün hikayelere inanmak yerine, bir şeyler yapmanın gerekliliğinin, süregelişin kaçınılmaz karanlığını sezmenin getirisi olacak nitelikte bir optimizm. İnsanlık tarihinin bütün kabahatlerine karşı devasa bir memnuniyet ve affedicilikle bu insanlığı baştan yaratmanın tanrısallığına soyunacak derecede bir optimizm.

Bir yere ait olma ihtiyacı bana hep bir küçük burjuva hezeyanı gibi gelmişti. Sonuç olarak insan karın doyurma ve akıl doldurma üzerine kurulu iki kutuplu bir kişisel macera sürdürüyordu. Çevresel koşulları bu iki ana arterden bağımsız ele almak ve onları göz ardı ederek inşaya girişmek ancak hiçbir zaman bunun stresiyle boğuşmamış, eksikliğiyle yüzleşmemiş bir piyango vurmuşluğun teşebbüsü olabilirdi. Aidiyet kavramının kurmacalığını görebilecek kadar bundan yoksun kalmış olanlar bilebilirlerdi ki bu ve bunun gibi diğer rasyonellikten en ufak payını almamış, romantik hatta bazen ideolojik birtakım amaçlara araç edilmek için kasti yaratılmış bu bireysel gibi gözüken ama hiç de öyle olmayan oyuncaklar yalnızca uykuya geri yatıracak kadar güzel bir rüyanın problemleriydi. Ömrünü o rüyada geçirecek kadar kitlesel uyuşturuculara maruz kalmış ve kafasının içini temizleyebilme yetisini genetik bazı rasgelişlerden ötürü kaçırmış olanlar için yapılabilecek tek şey onların iradesine ihtiyaç duymayan ve gösterecekleri bilinçsiz mukavemetten yara almayacak bir yöntemle bu kitlesel uyarıcı yoksunluğu halini sonlandıracak şok etkisini yaratabilmekti. Bir saniye olsun ne yiyeceğini ve nerede yatacağını düşünmüş biri için aidiyet duyulabilecek tek rasyonalite bu kurtuluş hareketi olabilirdi.

 

Yargılamak ve yargılanmak için yaşıyorduk. Herhangi birinden kaçınma çabası gafilaneydi.


 

*

İnsan yaşarken

Daldaki biber gibi kıvrılır

Sokaktaki it gibi ölür

Ben bir yıkıntıyla göz göze gelmekten de korkmam

Yarım kilo peynir ya da

Bir kadının kapıyı açışı on saatin vaadettiği

Karın ağrısından uyuyamadığım ilk geceden beri

Ankara'da bir meydan, İstanbul'da bir park

Göğsümde bir kafes, savaş yeri

Yorumlar