Mayıs 2023
Son günlerimi sadece vazifelerimi yerine getirip en temel
ihtiyaçlarımı karşılayarak sanki zamanı ileri sararmışçasına geçiriyorum. Olabildiğince
dışarı atmaya çalışıyorum kendimi fakat bunu yapmak en az içeride kalmak kadar
da zor. Dışarıda görülmekten korkuyorum galiba garip bir şekilde. Düşünmekten kaçındığım
bir dolu mesele var. Bunları yazmaktan kurguya yönelerek kaçınıyorum. Karanlıkta
yürürken bir siluet görürsün kapının yanında, öylece durup sana bakmaktadır. Görmemiş
gibi davranır başını bile çevirmezsin ona. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak
sanki her gün yaptığın şeyi yapıyormuşsun gibi devam edersin. Tam olarak
yapmaya çalıştığım bu. Sanki dönüp ona bakarsam beni paramparça edecek bir
canavar var kafamın içinde. Yapmak zorunda olduğum şeyler bitince kendimi
oyalayamadığım taktirde direkt uykuya başvurmamın sebebi budur. Bir parkta
oturup birkaç saat bir şeyler okuyorum bazen evet, ama bu saklanabildiğim tek
delik. Hatta çenemi atkının düğümüne dayayıp başım öne eğik bir şekilde uyuduğum
da oluyor. Dün yağmur tarafından uyandırıldım mesela. Siz hiç parkta uyurken
yağmur tarafından uyandırıldınız mı? Alabildiğine uyuyorum. Her gün iki günlük
uyuyorum. Elimden gelse üç günlük uyuyacağım. Belki hiç de uyanmayacağım,
söylemesi zor.
İnsan ilişkilerine dair heyecanımı kaybetmeye başladığımın farkındaydım fakat bunun bu kadar hızlı ilerleyeceğini aklıma getirmemiştim hiç. Ben galiba yavaştan başlıyorum hayata dair acaba ile başlayan cümleler kurmaya. Cebimde hiçbir şey kalmadığının, canımınsa son demlerinde olduğunun farkındayım. Artık o inancını kaybetmeyen ve inandığı şeyi son noktasına kadar kovalayan adam hastalanmaya, öksürmeye başladı. Biliyorum da kendimi, ufak bir parıltı görsem ne yollar tepip ne tepeler aşacağımı. Güneş doğuyor ve benim aklıma Güneş’i her gördüğümde, Güneş tenime her değdiğinde tek bir şey geliyor. Her gün doğup, her gün batacak bu. Hiç düşünmemiştim bu yakıştırmanın sonunun ebediyen yakamı bırakmayacak bir lanete dönüşeceğini. Uzun uzadıya betimlemelerle, türlü oyunlar ve söz sanatlarıyla bu kepazeliği daha çekici ve beğenilebilir bir hale sokmaya uğraşmayacağım. Bu bir çamur ve benim elim yüzüm bu elden bir şey gelmezlik çamuruna batmış bulunuyor. Nasıl süslersem süsleyeyim bu çamur güzel kokmayacak. Galiba artık yanılmaya enerjim kalmadı. Galiba artık bir kez daha tam dünyayı kurtaracakken itin götüne sokulmayı sineye çekip yeniden deneyecek gücüm yok. Galiba bu ıvır zıvır dükkânını bir süreliğine, o ışık gelip ortak olana kadar kapatıyorum. Galiba ufaktan tükeniyorum.
Bir zamanlar türlü beklentileri karşılayamadığı için bir defterde unutulup kaybedilmiş bir hikâyeden aklımda kalan birkaç cümle şu şekilde anlatıyor içinde bulunduğum, kelimelere dökemediğim, dilimin, elimin kamaştığı durumu: “Tutturmuşlar bir özgürlük. Ne yapayım altında senin olmadığın gökyüzünü? Yüzüne vurmayan Güneş’i, saçını ıslatmayan yağmuru, tenini okşamayan rüzgârı? Özünden sıyrılmış bir hayatın ne değeri var? Taparım zincirlerime senin de bileklerine değdiyse eğer! Taparım gözlerimi dağlayan mile, yüzüne bakamayacaksam eğer.”
Bir ana kaynağa karşı beslenen kırgınlık, üzüntü, kızgınlık gibi araya ince bir çarşaf çeken hissiyatlar aslında giderilmeye çok müsaittir. Çünkü hepsini sevginin onaylanmaması ortaya çıkarır. Bu kaynakla kurulan iletişim bu hissiyatların oluştuğu noktada kalırsa bu duygular birleşir ve büyür. Kaynağından sapıp insanlığın geneline, topluma yönelir. Umutsuzluk ve karamsarlık bu karşılıksız kalmış duyguların birleşiminin topluma yansımasından doğar. Süreç içinde topluma yönelmiş bu karamsarlığın giderilmesi için gereken artık onaylanma değil, benzer bir başka kaynağın bu hissiyatlar birleşimini parçalaması, tabiri caizse dekonstrüksiyon uygulaması, umutsuzluğu oluşturan bütünün ana parçalarını gözler önüne sermesidir. "Her yaratma edimi ilk önce bir yıkma edimidir." diyor Picasso. Benimse idealim olan "Cennetin Zaptı" ilk önce Napolyon ve Bismark'ı yıkma ediminden geçiyordu. Başında ve göğsünde yıkılmaya mahkum bir duygusal sömürü hegemonyası vardı. "İnsan bir süreçtir ve kesin olarak kendi davranışlarının bir sürecidir." diyen Gramsci elbette senin tercihlerine eleştirel bir bakış sunmuyordu. Fakat Rousseau senin bu sürecinin benim yıkma edimimle kurduğu ilişkiyi 250 yıl önce çözümlemiş ve ortaya koymuş, "Eğer insan sevilmiyorsa asla sevmiyor, en azından uzun süre sevmiyor. Aşkın dönüşü olmayan tutkuları diyelim, çok mutsuzluklara yol açıyor ve yalnızca duygular üzerine kurulu. Eğer insan ruhuna değin aşık oluyorsa ancak sahte ilişkilerle çok geçmeden bu aldatmacadan dönüyorlar. Bununla birlikte tensel aşk birleşmeden vazgeçemez ve ancak doyumla yatışır. Gerçek aşk ise yüreği bir kenara bırakamaz ve onu doğuran ilişkiler sürdüğü sürece kalıcı olur." İçine yerleşmiş hegemonyayı yıkma edimimin teorik dayanağını ortaya koymakla yetinmeyip karşı devriminin reçetesini de yazmış Rousseau, "aşk geçecek, erdemler kalacak." Bitişi Aristoteles'in Nikomakhos'a Etik'inden bir alıntıyla yapmak isterim, "Mutluluk ruhun erdeme uygun bir etkinliğidir."
Kapanmak bilmiyor bir kere açıldı mı inanmak kapısı
Her seferinde eşiğinde beklemenin
Göz ucuyla bakmanın el pençe divan
Sabırsızlığını yaşıyor ellerim, titreyen bir eş bulmanın
Bir kere görüldü mü Güneş’in yarısı
Diğer yarısı da doğacak sanıyor insan
Bir kenara bırakamıyor
Soyunup atamıyor uykulardan uyanmayı
İkiyi bir eden mukavim günah
Ateşle dokundu mu Şivekâr’ın canına
Aramızda anlaşıldığında göğü yutacak bir giz doğardı
Hem sakin hem azgın, kendini bilmez ve ihtiyatlı
Utançla beslenen çekişmenin ortasında
Parmakları kenetleyen bir arzu vardı
Hakikati arayış veyahut yaşama güdüsü adı
Aramak sadece başlangıçtı
Başını eğdiğinde uğurladığın kapıları kaparken
Omuzlarında kalıyordu bir parçam
Yusuf’u kaçıran üç cin
Odamda buluşuyor, her akşam
Yorumlar
Yorum Gönder